26 Kasım 2007 Pazartesi

Fenerbahçe nedir?


İnsan

ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakika bile çıkmazsın akıldan...

.......................Fenerbahçeli Nazım Hikmet

Madalyonun hep iki yüzü vardır derler. Eğer madalyon için söylenmiş olmasaydı; bu atasözü Fenerbahçe'ye yakışırdı. Yakışırdı, çünkü hep ikiliklerin, çelişkilerin, çatışmaların takımıdır Fenerbahçe. Seveni öldüresiye sever (ölümüne değil; hangi takımda "Kill For you" -senin için öldürürüm- diye bir grup var ki!), nefret edeni kin kusar; en çok Fener'i yenmek zevk verir, en acı Fener "yener"; beş atar dört yer. İyi ya da kötü, hakkında en fazla tezahürat üretilen takımdır Fenerbahçe. Zaten "Fenerlilik" de bu zıtlıklardan türer. İyi Fenerbahçe-kötü Fenerbahçe, güçlü Fenerbahçe-zayıf Fenerbahçe, en büyük Fener- i..e Fener, yıldızlar takımı- acıların takımı, efsane-kestane...

Fenerbahçeli olunmaz, doğulur denir, doğrudur. Ancak doğuştan gelen özelliklerle Fenerli olunur. Sonradan sempati göstermek çok zordur. Çünkü bir kez dışarıda kaldıysanız, çemberin içine girmek güçleşir. Çemberin içi dışarıya, dışı da içeriye sevecen bakmaz. "Dış görünüşüyle" yargılanmak en çok Fener'in kaderidir. Kendi ülkesinde, dışarıdan bu kadar itici görünen bir Real Madrid, bir de Bayern München vardır. Oysa "içeriden" bakanlar, yani sevdalılar için her şey toz pembedir. Fener'den öteye hayat yoktur. Hatta başka bir takımı insan neden tutar, bu bile merak konusudur. Zaten içgüdüsel, gözü kapalı sevmek karasevdalılarla Fenerbahçelilere yakışır.

Fener'i sevmenin de sevmemenin de binbir zorluğu vardır. Çünkü Fenerbahçe eğlendirir: Ondan daha renkli bir takım yoktur, şaşaası, cümbüşü eksik olmaz, taraftarı sevinirken dozunu kaçıracak, zevkten bayılacak kadar abartır. Gole doymaz, 103 gol bile ancak tatmin eder, 4-0 biten ilk yarı Fenerli için en ideal maçtır. Ama Fenerbahçe ağlatır da: büyükler içinde en "ağır" yenilgileri o alır, en komik durumlara o düşer, en kötü yönetim ondan çıkar, tribünde en çok cefayı Fener seyircisi çeker; Pendik faciası ya da Aydın acısı yüreklerde hâlâ yaradır.

Ama Fener seyircisi affedicidir; en aciz durumlarda bile, GS galibiyeti her şeyi unutturur, ortalık toz pembe/duman olur. Bir maça bu kadar anlam yükleyen başka hiçbir taraftar yoktur . Bir önceki sezon Fener'e en ağır mağlubiyeti tattıran ayakların, bir sonraki sezon Fener forması giymesi adettendir (hatırlayınız: İlker, Oğuz, Aykut vs.). Ne de olsa affetmek erdemdir. Evet, ama kindarlık da yabana atılacak bir şey değildir... Şampiyonluğa mal olacak hata yapanı sokakta görse selam vermez (garibim Erol'un GS maçında yaptırdığı penaltı neler açtı başına hatırlayın), ligin ilk yarısında deplasmandaki maçta, kendisine sert giren rakibini Fenerli oyuncu unutur, taraftar unutmaz; acısını çıkarmak için bir sezon bekleyen bile vardır. Mazisini aklında tutan takımdır Fener. Ama unutkandır da. En çok da bu huyundan vazgeçmez. En başarısız sezon bile bir sonraki sezon için kriter olmaz. Her sene, her şeye yeniden başlanır. En azından böyle olması istenir. "Bu maçı unuttuk, önümüzdeki maçlara bakıyoruz" en çok Fenerlinin ağzına yakışır. Sinyor Can Bartu'yu da unutur, Şeytan Rıdvan'ı da. Gelen ağamdır ama gidene paşam denmez kolay kolay. "Mazi kalbimde yaradır" ama unutursam geçer. Ali Şen'in, takımı kümede zor tuttuğu dönemleri bile unutur, "Ali Şen Başkan Fener Şampiyon"dur.

Yine de vefalıdır. Bordeaux zaferinin yaratıcıları Hüseyin, Selçuk, Şenol'u kimse unutmaz, Aykut hep "kocaman"dır, Lefter'i anmayana hain gözüyle bakılır. Vefanın üvey kardeşi nankörlükse, nankörlük de Fener'e yakışır. On sene takımın tüm yükünü taşıyan Oğuz Sakaryalı grubunun başıdır, bir önceki maç beş gol atan adamın en fazla iki pozisyon kaçırma lüksü vardır; üçüncüde yuhalanır. Geçen senenin şampiyon kadrosu üç maç kötü sonuç alsın dağıtılır vs.

Türkiye birinci futbol ligi tarihinin (dikkat lig tarihinin!) en başarılı takımıdır Fenerbahçe (biliyorum birileri için tartışmalı bu; iki puana göre, üç puana göre ayrı tablolar çıkıyor ama Fenerlilere göre bu böyledir). en çok şampiyon olan takımdır, en çok galibiyet alan takımdır, ezeli rakiplerini en çok yenen takımdır, en çok gol atarak şampiyon olmuştur. Bir Fenerli için her şey, hatta tek önemli şey olan şampiyonluk için, rakipleri bazen yıllarca beklese de, Fenerbahçeli'nin gönlü beş seneden fazlayı kaldırmaz. Sarı lacivert zeminden baktığınızda hikâye böyle gözükür ama (dedik ya) madalyonun bir de öteki yüzü vardır. Son yirmi yılın en başarısız büyüğüdür Fener, Birinci Lig tarihinin en ağır yenilgilerini bu dönemde almıştır, şampiyon olmadığı neredeyse bütün senelerde taraftarını kahretmiştir, önce Karakartal sonra Cimbombom'lu altın yıllara gıptayla bakmıştır, sistemli başarıya hasret kalmıştır... Zaten Fenerbahçe ve sistem aynı cümlede ancak olumsuzluk ekiyle kullanılır. Birinci ligin 42-43 senelik tarihinde iki kez arka arkaya şampiyonluğa sadece iki kez ulaşmıştır. Fenerbahçe şampiyonluk sonrasında rehavetin dozunu kaçırır. Tek tabanca, nokta atışı varken makineli tüfeğe ne gerek vardır. Nadasa kalmış takımın ertesi seneki görüntüsü nasıl bu kadar içler acısıdır, anlaşılamaz; şaşkınlık en çok Fenerbahçe'ye yakışır.

Sarı Lacivert renkler en çok Fenerbahçe'ye gider. Evet Fener zıtlıkları sever, ama siyah beyazı yutar. Fenerbahçe'nin Lacivert'i asilliği, Sarı'sı rakiplerin gıpta ve kıskançlığını simgeler derler (en azından armadaki renklere verilen anlam bu). Ama Sarı'yla Lacivert'i karıştırırsanız yeşil çıkar ve yeşil Fenerbahçe için sadece ve sadece başarıyı simgeler (bakınız yine arma). Başarı dindir imandır, tevazu anlamsızdır, galibiyet tek yoldur, tersini söyleyenler (ne acı ki) hep azınlıkta kalır. "Tamam şampiyon olmayalım ama en iyi topu biz oynayalım" lafı bir Fenerlinin verebileceği tavizin sınırıdır. Şan, şöhret, para, pul varken tevazudan bahsetmek ayıptır.

Gündüz gibidir Fenerbahçe... Sevenlerin içini açar, iş yoğunluğu tadında sevgi ister, bazen gözünüzü kamaştırır... Fenerbahçeli takımını hep gündüz gözüyle görür. Sürekli sever, her güzelliği ona atfeder. Her şeyi iyiye yorar, ama bir yere kadar. Yüreğine gece karanlığı çökerse bir anda değişir, dönüşür. Öfkesi taşar, her şey burasına gelmiştir, yakar yıkar. Kendi kalecisini döver, kulübü basar, yönetimden hesap sorar, kısacası zıvanadan çıkar. Fenerlinin zıvanası yarı açıktır zaten. Çıkmaya biraz da bahane arar. Soğukkanlılığın anlamı yoktur, hatta değil sıcak olan, kaynamayan kandan şüphe edilir. Fenerbahçeli şüphelenmeye bayılır. Hakemler, rakip, federasyon hepsi onun arkasından bir dolap çevirir. Ama oyuna gelmez. Esas oğlan sonunda mutlaka, herkese ve her şeye rağmen kazanacaktır. Kazanamamışsa bir oyuna gelmiştir; bunun hesabı gelecek sezonda sorulur.

Düşünüyorum da, içki olsa viski olurdu Fenerbahçe: Sek içilen, çabuk çarpan, havalı, iki tekten fazlası zararlı.
Ânı kurtarmak uğruna geleceğe bakmayan, havalı transferi mantıklıya tercih eden, bünyesinin kaldıramayacağı şişkinliklerden yüzüstü kalan... Rakı olacak değil ya. Rakı sebat ister, usûl ister, meze ister. Oysa sebatkârlık ya da düzen pek uğramaz Papazın Çayırı'na. Her sene antrenör değiştirmesi bir yana tarihi boyunca başkanını bile zırt pırt değiştirir durur. Arka arkaya, Faruk Ilgaz (8) ve stadın isim babası Şükrü Saracoğlu (16) dışında, beş sene kulüp başkanı olarak kalabilen hiç kimsenin olmaması sadece bir rastlantı olmasa gerek.

Yemek olsa türlü olurdu Fenerbahçe; hatta "binbir türlü". Nijeryalı'dan Deniz'ler çıkarır, yedi düvelden adam oynatır, türlü türlü yönetici barındırır (gerçi cebi derin olma konusunda tek türü tercih eder), çeşit çeşit taraftarı vardır; hiçbiri öbürüne benzemez... Kadrosunda Türkiye sınırları içinde yetişen ancak birkaç oyuncu vardır, Kanarya'nın raconu budur. United Colors of Benetton olmak ayrı bir hazdır. Yönetici olmak da buna benzer. İşini gücünü bırakıp Fener yönetimine giren de vardır, bütün malvarlığını Lacivert Sarı forma altından su yürüterek kazanan da; bunu bir imaj kaygısına çeviren de vardır; bunu bir şeref olarak gören de. Ama en çok taraftarı renklidir Fener'in. Zaten kulüp "kimsenin malı" değildir, herkes gelir geçer ama taraftar kalır. Yönetim, takım sahtekâr kaynarken onlara da en büyük olmak yakışır. Kadıköy'de çıkış bulmak gerçekten zordur. (Son zamanlarda değişiyor ama) Fenerli yavrusunu severken boğmaya kalkar. Her mağlubiyette en çok gözyaşı Kadıköy'de dökülür. Demokles'in bir kılıcı varsa, o hep Fener seyircisinin elinde (bazen de başının üstünde) sallanır. Biçer, döver, uğruna ölür, öldürür... Ama ayakta kalan hep taraftar olur.

Ders olsa matematik, üniversite olsa İstanbul Üniversitesi, meslek olsa tüccar olurdu Fenerbahçe...
Sıradan rakamlardan en zor denklemler üreten ama iki kere ikinin her zaman dört etmediği, hesaba kitaba sığmayan bir matematik; derlenip toparlanamayacak kadar büyük, bir o kadar köklü, eski ve yeniyi bir arada barındıran bir üniversite ve malını iyi satan, göz boyamasını bilen, para harcamasını seven bir tüccar. En küçük sorunları bile günlerce tartışan, oyuncu yapısından uyumlu bir formül çıkartmayı kimsenin başaramadığı, bilinmeyen bir dolu şeyin havada uçuştuğu bir matematik... Tarihine sahip çıkan, ama bir efsane anlatıcısı olmanın dışında ondan hiçbir ders çıkarmayan, hatta sürekli sınıfta kalan, bir senesi bir senesine uymayan, elindeki değerleri bir bir yitirirken kibrinden ve azametinden hiçbir şey kaybetmeyen bir üniversite ve ne kadar okumuş da olsa, kafası hinliklere çalışan, pazarlık erbabı, ahbap-çavuş ilişkilerini gelire tahvil eden bir tüccar...

Kendisi dışında bir takım olsa Real Madrid, ülke olsa Brezilya, spiker olsa Ümit Aktan, hakem olsa taraflı olurdu Fenerbahçe. Real Madrid, ama biraz eksik bir Real Madrid olurdu. Bu kadar zenginlik içinde yüzerken dahi altyapıya Fenerbahçe'ye göre daha çok önem veren, Avrupa başarıları ile dünyanın en büyük üç takımından biri olan ve dört bir yanda taraftarı bulunan Real Madrid'le Fener'in ilişkisi biraz abi-kardeş ilişkisi gibi ama kim benzerlikleri yadsıyabilir ki? Devletle içli dışlı olmak, lig tarihinde başarıya doymamak, en çok gole tapmak, su gibi para harcamak... Olamasa da hep Brezilya olmak istedi Fener. Onun gibi fiyakalı, onun gibi gözü doymak bilmeyen, onun gibi çalımcı, onun gibi karanlık, onun gibi sarı (kıskandıran), onun gibi lacivert (asil). Takım yıldızı değil yıldız takımı olmak yani...Ama Ümit Aktan'lık kaderde var. Maç kadar, maçın dışına da bakan, yeri gelince uyduran, espri olsun diye azıtan, renkli ama huylandırıcı, bilen ama bilmişlik de yapan bir Fenerbahçe. Sahanın dışındaki olaylara bağımlılığı artık kabak tadı veren, hava olsun diye konuşan yöneticileri yüzünden komik durumlara düşen, her zaman en iyi olduğunu savunan bir Fener. Ve tabii ki taraflı. Fener'den hakem olmaz; bu bahsi geçelim, karşı tarafa düdük çalan her hakem i..edir. Aksini iddia eden de öyle. Fenerli gelemez öyle şeye.

Akraba olsa dayı, organ olsa ağız, deniz olsa Akdeniz, dağ olsa Ağrı olurdu Fenerbahçe... Hani ailenin haytası bir dayı vardır. İki de bir yeni projelerle zengin olacağından bahseder. Ayranı yoktur içmeye ama en şık kıyafetlerle gider kenefe. Vaatlerin, hayallerin insanıdır. En çok yeğenlerini sever, hiç evlenmez falan. Haytalıkta kim Fener'in eline su dökebilir ki? Hep yaramaz çocuğu oynar Fener, hakkını vermezlerse bağırır çağırır, her sene şampiyonluk düşleri görür. "Bu sene değil ama gelecek sene başarıyı hedefliyoruz" diyen bir teknik adama ya da başkana rastlanmamıştır. En büyük yıldızların transfer söylentileri dolaşır. Ve milyonlarca yeğeni (çocuğu yok ya) onun ağzından damlayan ballara bakakalır. Ama ne yazık ki dayı haytadır. Yalanlar çabuk çıkar, mum sönmek için yatsıyı beklemez. Yine de vaat edilecek bir dolu yeni şey vardır. Ağız torba değildir ki büzesin. Fenerbahçe de büzülmez zaten. Sürekli konuşur. "Bugüne kadar hakemler hakkında hiç konuşmadım ama" diye başlayan tiradlar en çok Fenerli yöneticilerin ağzından dökülür. Ağız dalaşında maharet yöneticiliğin birinci sınıf vasıflarındandır. Yoksa Çavuoğlu Ömer'e nasıl tahammül edilir ki? Olsun, yine de birilerinin ağzının payını vermek bazen bir gol kadar haz verir. Doğum gününde Fatih Terim'e "iyi ki doğdun" diye bağıranlar hangi Fenerlinin yağlarını eritmemiştir ki? Akdenizli pek yağ tutmaz zaten. Anlık öfkenin ve sevincin sel gibi aktığı bir memlekette en çok Akdenizli Fener tribününde yer alır. Ama bu Akdeniz Tsunami üreten cinstendir. İki de bir her şey su altında kalır. Sil baştan takım kurulur. Zirveden fiilen uzaklaşılsa da, yürekler hep zirve yapar. Ağrılı sızılı bir sevgiye de Ağrı Dağı yakışır. Çok adam yutmuştur Ağrı. Benim diyen dağcıları geri vermemiştir. Fener'in en bildik yanıdır öğütücülüğü. Her şeyi öğütür Fener. İyileri kötüleri, güzeli çirkini, sapla samanı. Geriye kalana bir lokma tat almak, yani arada bir şampiyon olmak düşer.

Düzen olsa demokrasi, politikacı olsa Demirel, ideoloji olsa kapitalizm olurdu Fenerbahçe... Evet Fenerbahçe'den demokrasi olur. Bu kadar şeffaf bir yönetim demokrasilerde bile zor olur. Bütün kamuoyu önünde en mahrem sorunlarını tartışmak her yiğidin harcı değildir. Her kafadan bir ses ancak bu kadar çok çıkar. Sürekli koalisyonlarla yönetilir, sürekli erken seçime gidilir, sürekli tepedeki değişir. Biraz Yunan Demokrasisi'ni andırır, çünkü en büyük kesim taraftarlara oy hakkı yoktur. Zaten bu demokrasi de biraz populist bir demokrasidir. O yüzden en çok Demirel olmak yakışır. Hep eleştirilmiştir ama en çok iktidara da o gelmiştir. Oyunun kurallarını iyi bilir, lafını sakınmaz, işle değil zekasıyla ayakta kalır. Üstelik hiç değişmemitir. Fener de değişmeyi sevmez. Hep aynı şekilde yönetmek en temel adaptır. Fenerbahçe taraftarı başkanlık koltuğunda hep Demirel'in türevlerini görmüştür. Ali Şen'e başbakan diye boşa bağırılmamıştır. Fener'e hep böyleleri yakıştırılmışsa bunun nedeni kapitalist düzenin sağlam çark tutmamasıdır. Sadece güçlülerin ayakta kalacağı bir yarışta Fenerli de güce tapar. Başarı için her yol mübahtır. Ama Türk usulü bir kapitalizmdir bu. Rasyonalite nedir tanımaz. Batmamak için işçi çıkartır ama hava atmaktan geri kalmaz, gerekirse düzen değiştirir ama hep randıman peşinde koşar.

Futbolcu olsa kaleci, sistem olsa 2-3-5 olur, antrenör olsa kovulurdu Fenerbahçe... Kaleci'nin yalnızlığı ve sınırda duran hali dillere destandır. Hiçbir zaman Fevzi gibi bir kaleci olmayacaktır Fener ama Rüştü'den yukarısını bir kez tatmıştır; o da deli çıkmıştır (Schumacher). Rüştü'nün yediği ve kaleciliğine yakışmayan ne kadar gol varsa Fenerbahçe'de kulüp olarak bu golleri yer. Şampiyonlar ligine kalır, sıfır çeker; kupada final oynar kaybeder (tabii ki penaltılarla), son haftadan önce şampiyon olmasına pek az rastlanır, kaleci gibi son çizginin takımıdır. Kalecilere en çok 2-3-5 denen, şimdilerde kimsenin uygulamadığı mazide kalmış bir sistemde iş düşer. Fenerbahçe'de herkes gol atmak ister. Takım kötü giderken hep forvet arayışına gidilir. Takımı takım yapan unsurlar defans ve orta saha hep ikinci plandadır. Mümkün olsa hâlâ dört beş forvetle oynamak ister Fenerbahçe ama hiçbir antrenör bu riski almaz. Zaten Fenerbahçe'den antrenör olmaz. Olsa da hemen kovulur...

Artist olsa Erol Taş, çizgi roman olsa Çelik Bilek, haber olsa asparagas olurdu Fenerbahçe... Fenerbahçe'ye kötü adam olmak yakışır. Kötüsü boldur. En sevilen eski futbolcusu bile yazar olunca kötü olur. Fenerbahçenin başarıları, herkese kötü gelir. Fenerbahçeli galip gelince Erol Taş gibi güler. Gülüşüne laf edene de epey ters çıkar. Bileğine güvenir, herkesle baş edeceğine, sülalesi gelse yerle bir edeceğine inanır. Zaten düşman da kırmızı (sarı) urbalıdır. Evet, attığı her adım, söylediği her söz haber olur ama yalan haber olur. Bir takımdan bu kadar haber çıkabileceğine bir tek İtalyanlar inanır. Fenerbahçe basının göz bebeğidir, ekmek kapısıdır. Fenerbahçe'de yaprak kımıldamasa neden kımıldamadığı haber olur, hatta bundan iki Siyaset Meydanı bir Bizim Stadyum çıkar. Fenerbahçe kulübü kapansa basındaki işsizler ordusu ortalığı Arjantin'e çevirir, ama Fener Brezilya'yı sever ve onları yüzüstü bırakmaz. Nasıl ki, asparagas, sırf yalan ve uydurma olduğundan hiçbir anlamı yoktur, Fener basını da Fener'e hiçbir katkıda bulunmaz. Zaten hepsi yav..k basındır. Fenerbahçe düşmanıdır.

Şair olsa Can Yücel, şarkıcı olsa Müslüm Baba, grup olsa dağılırdı Fenerbahçe...
Ağzı bozuktur Fenerlinin. En temiz görünen bile, "Avrupa fatihiymiş Galatasaray..." tezahüratını zevkle bitirir. Ama lafı gediğine koymayı da bilir. Can Baba gibi savruk bir yanı da vardır. Bir türlü toparlanamayacakmış gibi durur ama arada şiir gibi futbolu da esirgemez. Güzel oynamayı her şeye tercih eder. Bol çalımlı, şık bir gol en güzel şarkıdır Fenerliye. Ama Fener'in kulağı güzel tangolardan, sambalardan ziyade Müslüm Baba'ya aşinadır. "Acıların takımı"na acısız şarkı yakışmaz. Arada bir gülen yüzlere içten bir nağme okumak konusunda da Müslüm Baba'nın üzerine yoktur. "Yaşa Fenerbahçe" takımın marşıysa "Nereden sevdim o zalimi" şarkısı da gizli söylenen nutkudur. Yine de sever Fenerli. Umutsuz yaşanmıyor der. Mutluluğun resmini arar durur.

Öyle ya da böyle; peki nedir Fenerbahçe? Futbolda dolu dolu bir hayat vardır diyenlere sormak lazım bu soruyu. Bir takımdan öte bir şey olduğu kesin. Bir yaşam/varoluş biçimi mi? Böyle söylemek de biraz abartılı olur (bu raddede seven yok da değil hani!). Dünyanın en garip takımı mı? Bu da çok belirsiz. Yoksa her ikisi birden mi? Bir Fenerbahçe taraftarı olarak, benim yüreğim ortada bir yerde çarpıyor. Oysa, bıktırmak pahasına tekrarlayalım: Madalyonun iki yüzü vardır: Yazı mı, tura mı?



Bağış Erten

0 Yorum: